Ne Oldu Tursun Mehmet’e?

 Ne Oldu Tursun Mehmet’e? 

 (Yaşanmış  gerçek olaylardan esinlenerek yazılan bir hikayedir)

 

Editörün Notu:

Bu eser, Doğu Türkistan faciasını, baş kahraman Tursun Mehmet’in serüvenleri üzerinden sinema tadında anlatmaktadır.

Bu açıdan bakıldığında sahasında ilk örneklerinden biri olan bu eserin  Türk Sinema ve dizi yapımcıları için de bir ilham kaynağı olmasını dileriz.

Doğu Türkistanlıların gönül dostu, Türk Dünyasının yılmaz hizmetkarı Sn. EKREM ÖZBAY’  Beyefendiye bu güzel eseri ortaya çıkardığı için teşekkür ediyoruz.

“Sadece Doğu Türkistan sınırlarından çıkmak da kurtulmak için yeterli değildi. Orta Asya’da Şanghai  İşbirliği Örgütüne  üye devletlerin takibinden kurtulmak çok zordu. Zira üye ülke polisleri, yakaladıkları an  Çin’e  teslim ediyorlardı. Ayrıca kaçan bir Uygur’u yakalayan polislere hem terfi, hem para, hem de Çin’de seyahat ödülü veriyorlardı. Onun için çok dikkatli olması gerekiyordu.”

Eylül ayında Kaşgar’a hiç bu kadar yağmur yağmamıştı. O gün bardaktan boşalırcasına rüzgarla birlikte iri iri yağmur yağıyordu. Kaşgar’ın daracık sokaklarından seller akmaya başlamıştı. Rüzgârın çıkardığı ıslıkla pencere pervazlarından odaya yağmur suları sızıyor, Saadet Hanım bezlerle suları topluyor sofaya çıkarak bezdeki suyu sıkıyor, tekrar tekrar odaya gidip geliyordu. Henüz akşam vakti girmemişti, fakat akşam vakti gibi hava kararmıştı. 

Abdulkerim Ağa sırıl sıklam geldi. Her zaman eve gelirken Türküler mırıldanarak neşeli gelirdi. Abdulkerim Ağa’nın o gün hiç sesi çıkmıyordu. Anlaşılan pek keyfi yoktu. Selam vermeyi bile unuttu. Doğru yatak odasına gitti üzerini değiştirdi. Sonra Saadet Hanım’a,

-Çocuklar nerede? dedi. Saadet Hanım titrek bir sesle,

-Goncagül bugün hiç durmadı, zavallı sürekli ağladı durdu. Biraz süt içirdim, karnına da bez ısıtıp koydum sonra uydu. Mehmet Can da uyuyor. Dışarılarda biraz ıslanmıştı, saçını başını kuruladım o da kıvrıldı uyudu. Saadet Hanım,

-Abdulkerim Ağa’m ne olacak bu yavruların hali? diye sordu. Mehmet Can iki yaşında Goncagül ise daha bir aylık bebekti. Abdulkerim Ağa,

– Sedirin üzerine oturmuştu. Ne yapalım! Allah Kerim dedi. Derin bir düşünceye daldı ve öylece kaldı.

Abdulkerim Ağa, Kaşgar’ın uzak bir köyü olan Cantömür (Candemir)’den, tek çocuğu olan Tursun Mehmet’i okutmak için gelmişti. Buna da muvaffak olmuştu, fakat hayatın ne getireceğini nerden bilebilirdi ki, başına gelecekleri bilseydi belki de köyünden hiç ayrılmazdı. Tursun Mehmet tek çocuğu olduğu için Abdulkerim Ağa onun üzerine titriyordu. Onun okuması için her tür sıkıntıya katlanıyordu. Kaşgar’da bir deri tabaklama atölyesinde iş bulmuş, burnunu sızlatan o ağır kokusuna aldırmadan işini özenle yapıyordu. Becerikli bir adamdı, derilerin artık parçalarından çocuk ayakkabısı ve kitap ciltleme gibi ek işler de yapıyor, beş on kuruş da oradan kazanıyordu. Tursun Mehmet, ortaokuldan sonra meslek lisesine giderek ipekçilik bölümünü okumuştu. Liseyi ve meslek yüksek okulunu iyi dereceyle bitirmiş ve ipek böceği ile ilgili büyük planlar yapmaya başlamıştı. 

Abdulkerim Ağa hala sedirin üzerinde oturuyordu. Bu arada köyden Kaşgar’a gelişi, Tursun Mehmet’i elinden tutup ilkokula götürüşü, okumaya ilk başladığındaki sevinci, mezun oluşu, mezuniyet töreninde dereceyle bitirdiğini ilan ettiklerinde nasıl gururlandığını hatırladı. Ortaokul ve lise yılları tek tek gözünün önünden geçti. Yüksek okulu bitirdikten sonra Mir Kemal’in kızı Azatgül’ü Tursun Mehmet’e istemeye gidişi, düğünde arak içmesi için çok ısrar etmelerine rağmen onları reddetmesi, fakat oyuna kaldırdıklarında kolları yorulana kadar oynadığı ve çok eğlendiği zihninden geçti. Bunları düşünürken yüzünde bir tebessüm belirdi Abdulkerim Ağa’nın. Tursun Mehmet’i baş göz etmiş mürüvvetini de görmüştü. İlk torunu olmuş, Abdulkerim Ağa ona Mehmet Can diye kendi babasının adını koymuştu. Artık Tursun Mehmet de işlerini yoluna koymuş sayılırdı. Dut ağaçları olan büyük bir arazi almış, orada ipek böceklerinden ipek ipliği elde ediyordu. Tursun Mehmet her yıl elde ettiği önemli miktardaki ipek ipliği Çin, Pakistan, Kazakistan ve Moğolistan gibi ülkelerden gelen müşterilere satıyordu. Artık yavaş yavaş tanınıyordu. Bu güzel gelişmelerle birlikte Abdulkerim Ağa gelinin durumuna çok üzülüyordu. 

Bir gün Pakistan’dan Tarık Zafer İkbal adında bir müşterisi geldi. Ne olduysa ondan sonra oldu. Müşterisinin yanında Salman isimli bir adam daha vardı. Müşterisi, onun bir tarih araştırmacısı olduğunu ve Doğu Türkistan’daki tarihi mekanları gezmesinde rehberlik yapmasını rica etti. Tursun Mehmet önce tereddüt etti, sonra Tarık Zafer İkbal’in ısrarı üzerine kabul etti. Tarık Zafer İkballe işleri bitirdikten sonra Salman’a önce Kaşgar’ı gezdirdi. Sonra Yarkent, Hoten, Aksu, Urumçi ve Turfan’a götürdü. Hoten’de 1237 yılında yapılan Bayram Mescidini gezeceklerdi, fakat yerinde mescidi bulamadılar. Mescidin yerle bir edilmiş olduğunu gördüler. Yine Hoten’de eski merkez mezarlığı görmeye gittiklerinde ancak yıkılmış yerini görebildiler. Tarihi mekanları bir hafta boyunca beraber gezdiler. Gezdiler ama, gezdikleri tarihi mekanların çoğunun adı var, fakat kendisi yerinde yoktu. Bu arada kendilerini adım adım takip eden sivil polislerden haberleri yoktu. Pakistanlı Salman’ın geziyi tamamlayıp Kaşgar’dan ayrılmasından hemen sonra sivil polisler Tursun Mehmet’in kapısına dayandılar. Bizimle karakola gelmen gerekiyor, dediler. Tursun Mehmet,

-Hayırdır, kabahatim nedir, ben bir suç işlemedim, dediyse de polisler,

-Karakolda derdini anlatırsın, diyerek apar topar polis arabasına bindirerek karakola götürdüler. Karakolda bir polis memuru copun ucuyla böğrüne böğrüne dürterek, 

-O kişiyi nerden tanıyorsun? dedi. Tursun Mehmet,

-Hangi kişiyi?

-Bak bak bir de bilmezlikten geliyor. Copu daha sert dürttü ve,

-Bir haftadır beraber dolaşıyorsun ya! Kimdir o, nerden geliyor, buraya niçin geldi, kimlerle görüştü, geliş amacı nedir? Soruları peş peşe soruyordu. Sonunda yan odadan omuzunda rütbesi olan bir polis çıktı,

-Yanında dolaştığın adamla senin bağlantın hangi düzeydedir? diye sordu. Tursun Mehmet, sorulan soruların her birine tek tek aslı nasılsa olduğu gibi cevap veriyordu, fakat polisleri ikna edemedi. Polis şefi olduğu anlaşılan kişi, 

-Beraber dolaştığınız adam Pakistan Cemaat-i İslami Hareketi üyesi ve buraya o cemaatin görüşlerini yaymaya geldiğini bizim kadar sen de biliyorsundur. Sen onun burada temsilcisisin, burada onunla örgütlenme yapıyorsun değil mi? Tursun Mehmet şaşkınlık içinde,

-Vallahi öyle bir şey yok. Ben işinde gücünde bir adamım. Ben onu tanımam, o benden iplik alan Tarık Zafer İkbal adlı müşterimin arkadaşı. Onun söylediğine göre bir tarihçiymiş Doğu Türkistan’ın tarihi ile ilgili bir araştırma yapmak için gelmiş. Tarihi yerleri gezip incelemesi için müşterim Tarık Zafer İkbal benden yardımcı olmamı rica etti. Bunun dışında hiçbir ilgim bilgim yok, dedi. 

Aslında o gün Tursun Mehmet’in oğlu Mehmet Can’ın ikinci yaş günü kutlaması vardı. Azatgül tedavi gördüğü sanatoryumdan yeni çıkmıştı. Abdulkerim Ağa’nın morali epeyce düzelmişti. Gelinine kıyamadığı için bütün hazırlıkları Saadet Hanım yapmıştı. O akşam ev neşe kaynayacaktı. Fakat Tursun Mehmet karakoldan dönemedi. O geceyi karakolda hücrede geçirdi. Evdekiler sabaha kadar meraktan uyuyamadılar, neşe yerine eve korku ve endişe hâkim oldu. Tursun Mehmet doğum gününü filan unutmuştu. Çünkü bu karakola çağrılma işi pek hayra alamet değildi. Ertesi gün her gün gelip imza atması için bir form doldurttular ve Tursun Mehmet’i bıraktılar. Tursun Mehmet başına gelecekleri tahmin edebiliyordu. Çünkü bir sokak ilerde Turdi Ahun’un oğlu Samet Can’ı ikinci kez karakoldan çağırmışlardı, fakat altı aydır hala bir haber yoktu. Çünkü Çin polisi ile yolu kesişen birinin ondan yakasını kolay kurtardığı vaki değildi. Yakın zamanda olan olaylar gözünün önünden bir filim şerdi gibi aktı. Hele Gulca’da olanlar aklına gelince diken diken oluyordu. Polislerin Kadir Gecesi bir evde toplanan kadınları dışarı çıkararak üzerlerine mermi yağdırdıkları hiç aklından çıkmıyordu. Oracıkta birçok kadını katletmişlerdi. Tutuklama ve işkenceler sıradanlaşmıştı. Tursun Mehmet, şu iki olayı hatırladığında ise göz yaşlarını tutamıyordu. Biri, tutuklanan babasının serbest bırakılması için Gulca’daki hükümet binasının önüne gidip oradan ayrılmak istemeyen daha sekiz yaşındaki Fatima’nın acımasızca vurularak öldürülmesi, diğeri de eşinin serbest bırakılmasını talep eden hamile Gülizar adlı bir genç kadının Çin güvenlik güçleri tarafından karnındaki bebeği ile öldürülmesi. 

Tursun Mehmet’in karakola çağırılması kendisiyle sınırlı kalmayacaktı. İşin sorgulamayla bitmeyeceğini, ileride olmadık suçlamalarla başına türlü belalar açacağından endişe eden Tursun Mehmet, hiç vakit kaybetmeden sınır dışına çıkmayı düşündü. Eve geldi ve evdekileri endişelendirmemek için sanırım bir yanlış anlaşılma olmuş diyerek ayrıntıları anlatmadı. Mehmet Canı kucağına aldı sarıldı, öptü, henüz bir aylık olan bebeğini de kucağına aldı, sanki son kez koklar gibi kokladı derin derin içine çekti. Azatgül’e, Urumçiye gideceğini söyledi, ana ve basına da bir iş için Urumçi’ye gideceğini söyleyerek vedalaştı ve evden ayrıldı.  

Kaşgar’ı bir an önce terk etmeliydi. Hemen zihninde alternatif yollar düşündü. İki şeyi göze aldı. Birincisi, yakalanmazsam hayatta kalırım. İkincisi, yakalanırsam sorgusuz sualsiz infaz edilirim. Böyle olursa da işkence görerek her gün ölmekten daha iyidir. Tursun Mehmet, yolculuk sırasında hesapta olmayan zorluklarla karşılaşabileceğini aklından çıkarmıyordu ve ona kendini psikolojik olarak hazırlıyordu. Çünkü sadece Doğu Türkistan sınırlarından çıkmak kurtulmak için yeterli değildi. Orta Asya’da Şangay iş birliği teşkilatına üye devletlerin takibinden kurtulmak çok zordu. Zira üye ülke polisleri yakaladığı an hemen Çin’e teslim ediyordu. Ayrıca kaçan bir Uygur’u yakalayan polislere hem terfi hem para hem de Çin’de seyahat ödülü veriyorlardı. Onun için çok dikkatli olması gerekiyordu. 

Soydaş ve dindaşlarının yaşadığı Türkiye’ye ulaşmayı hedefliyordu. Çünkü küçüklüğünden beri hem babasından hem de yaşlılardan aynı candan kandan olan ve buralardan göçüp Anadolu’ya yerleşen Türklerin olduğunu dinlemişti. Onlara olan sevgi ve özlemle büyümüşlerdi. Çinlilerden bir kötülük gördüklerinde aramız uzak olmasa bunu bize yapamazlar diye mesafenin uzaklığından yakınırlardı. Yaşlıların anlattığı bu övgüler genç nesil üzerinde Anadolu’ya karşı bir sevgi ve özlem oluşturuyordu. Tursun Mehmet, önce Moğolistan, Rusya, Kazakistan, Azerbaycan, İran ve Türkiye güzergahını düşündü, fakat Şangay İş Birliğine üye ülkeler olduğundan güvenli gelmedi. Sonra Hindistan, Pakistan, Afganistan ve İran güzergahını düşündü. Bunlar da Şanghay İş Birliği üyesi ve yol güzergahı tekin değildi. Takip edilecek en akıllıca yolun Tacikistan, Afganistan, İran ve Türkiye olabileceğini düşündü. Duruma göre bu yol güzergahı da her an değişebilirdi, ancak yine de bir plana göre hareket etmenin doğru olacağını düşündü. Geçeceği ülkelerden Afganistan ve İran Şangay İş Birliğine üye değillerdi ve diğer ülkeler kadar sıkı takip olmayacağını düşünüyordu. Ayrıca bu ülkelerden geçerken dil sıkıntısı çekmeyeceğini de hesaplıyordu. 

Tursun Mehmet eşine ana ve babasına söylediği gibi Urumçi tarafına gitmedi. Bir taksi kiralayarak Tacikistan sınırına doğru yola çıktı. Şoför yaşlı bir Çinliydi. Tursun Mehmet Çince bildiğinden anlaşmada hiç sıkıntı çekmedi, Tacikistan sınırına yakın bir yer adı söyledi ve

– Beni kaç yuan’a götürüsün?  dedi. Biraz sarhoş olan yaşlı adam, 

-200 yuan dedi. Aslında değerinden biraz fazla söylemişti. Tursun Mehmet için bunun hiç önemi yoktu. İstediğinden daha fazlasını verdi. Şoförün keyfine diyecek yoktu. Yola çıktılar yaşlı Çinli kafası iyi olduğundan şarkılar söylüyor, fıkralar anlatıyor. Bazen yaptığı hovardalıklardan bahsediyordu. Kızıl Derya’nın paralelinde saatlerce gittiler. Aracın yakıt işareti sinyal vermeye başlayınca şoför yol kenarındaki bir benzin istasyonundan benzin aldı. Tekrar yola koyuldular. İşlek bir yol değildi, saatte birkaç araçla ancak karşılaşıyorlardı. Bazen tarladan mevsimin son ürünlerini toplayan kadınlara rastlıyorlardı. Tursun Mehmet şoförü memnun edecek bir miktar para çıkardı ve yolun sonuna kadar götürmesini istedi. Paraları gören şoför hiç itiraz etmeden devam etti. Epeyce daha gittiler sonra Mergensu Irmağı karşılarına çıktı. O ırmağın paralelinde günün sonuna kadar yol aldılar. Yol bir tepenin ardından geldikleri istikamete doğru geri dönüyordu. Tursun Mehmet,

– Burada ineceğim, dedi. Şoför, tekrar tekrar teşekkür ediyordu. Çünkü nerdeyse bir haftada kazanacağı parayı almıştı. Tursun Mehmet için asıl macera yeni başlıyordu. Önüne devasa yalçın kayalar ve ormanlık bir alan çıktı. Köy hayatını tanıdığından dağları aşabileceğine inanıyordu. Evden çıkarken üzerine bir miktar para bir çantaya da biraz nan (ekmek) almıştı. Ekmekten el ucu kadar böldü, onu yedi. Ekmeği idareli tüketmesi gerektiğinin farkındaydı. Sınırın öbür tarafına geçmek için dağın zirvesine kadar tırmanması gerekiyordu, fakat Tursun Mehmet’in bir korkusu vardı. O da ıssız dağlarda bir yırtıcıyla karşılaşırsa nasıl korunabilecekti. Akşam güneşi tepeleri çoktan terk etmişti. Yukarı doğru tırmandıkça hava serinliyordu. Kayada kuytu bir yeri gözüne kestirdi ve sığınabileceği bir yer olarak düşündü. Korunaklı bir yerdi. Dağa tırmanırken değnek olarak kullandığı sağlam sopayı yanından hiç ayırmıyordu. Tek silahı oydu. Sırtını kayaya vererek arkasını sağlama aldı, ön taraftan gelebilecek bir yırtıcıyı sopayla bertaraf edebilecek bir pozisyonda çömeldi. Aslında burayı uyumak için seçmemişti. Karanlıkta yönünü ve yürüyebileceği yol bulamadığı için havanın aydınlanmasını bekliyordu. Gözüne gram uyku girmiyordu. Tursun Mehmet, verem hastası eşini, anasını babasını, oğlu Mehmet Can’ı ve öpüp koklamaya doyamadığı henüz bir aylık Goncagül’ünü düşündü. Aklına o kadar soru geldi geçti ki sanki doğumundan ölümüne kadar bütün bir hayatın muhasebesini yaptı. Uykuyla uyanıklık arası sabah ışıklarını bekliyordu. Sabah tekrar yola çıkacaktı, fakat nelerle karşılaşacak, önüne nasıl yollar, çıkacak, kimlerle, nelerle karşılaşacak habersizdi. Sabaha doğru bir ara içi geçti. Fııırt sesiyle irkildi. Çok yakınına kadar sokulmuş bir karaca yavrusu annesiyle otluyordu. Tursun Mehmet’in kokusunu almışlardı. Hemen yanı başındaydı. Tursun Mehmet, karaca yavrusunun masumluğu ve sevimliliği ile kendi yavrusunu, Goncagül’ünü özdeşleştirdi. İçinden ona sarılmak geldi. Bu arada annesi kulaklarını dikti ön ayaklarını bir iki kez yere sert bir şekilde vurdu, yine fııırt sesiyle kuş gibi ormanın içine doğru gözden kayboldular. 

Artık şafak sökmüştü, bir parça nan çıkardı çantadan onu yedi, biraz ilerde şırıl şırıl akan su gözünden suyunu da içti. Tekrar tırmanışa geçti, bir süre sonra dağda orman bitti. Ormansız olan açık alana çıkmak istemedi. Açık alanda yürüyerek birinin görmesine fırsat vermemek için tedbiri elden bırakmıyordu. Yine orman içinden ilerlemeye çalıştı. Zaman zaman karşısına çıkan koca kayaların etrafını dolanmak veya uçurumların gerisinden geçmek zorunda kalıyordu. Sular geçiyor, taşlar, hendekler atlıyor ve durmadan yürüyordu. 

Ağaçlar kesilerek orman içinde tarla açılmış, fakat ekilip biçilmeyen terk edilmiş bir alana rastladı. O civarlarda oturan insanların olabileceğini düşündü. Yürümeye devam etti. Yürürken önünden kaçan tavşan, ağaçtan ağaca atlayan sincap ve sansar, yaban domuzu tilki ve porsuk gibi hayvanlara rastlıyor, bazen uçan kuşların kanat sesinden bile ürktüğü oluyordu. Hele bazı kuşların Tursun Mehmet’i takip etmesi ve ıslık sesi gibi ses çıkarması ürkmesine yetiyordu. Ses çıkaran kuşu görünceye kadar tedirginliğini atamadı.  Hayli daha yürüdü, hala sabah yediği bir parça ekmekle duruyordu. Ağaçları sık bir ormandan geçti, biraz daha yürüdükten sonra kıpkırmızı Ayı burnu yemişlerini gördü. Kimisi kurumaya yüz tutmuş kimi tam olgunlaşmış, onlardan mide kazınması giderecek kadar yedi. Bir pança da toplayıp çantasına koydu. Yürümeye devam ederken bir çılgaya rastladı. Koyun veya keçilerin yürüyerek yaptığı yoldan yürümeye devam etti. Artık akşam vakti giriyordu. Çılgaya girince yürümesi biraz hızlandı gide gide derme çatma bir yayla evine vardı. Fakat in cin kimsecikler yoktu. Oranın bir sene gelinen bir sene gelinmeyen bir yayla olduğunu düşündü. Güneş battıktan sonra hava yine serinlemişti. Ağaçlarla yığma şeklinde yapılan evin önü açık, üstü kapalı kısmına geçti, oturdu. Evin altı ahır üst kısmı da çobanların yatması için planlanmış küçük bir barakaydı. Geceyi bu barakada geçirmeye karar verdi. Rüzgarla birlikte çok uzaklardan bir köpek sesi geliyordu. Ertesi gün bir köye rastlayabileceğini düşündü. Gece evin ön tarafını kapatan çinkonun üzerine yağan çiy sesi, ninni gibi geliyordu. Yine aklında Azatgül’ü, Goncagül’ü, Mehmet Can’ı, yaşlı ana ve babası vardı. 

Vakit hayli ilerlemişti, gözü bir türlü uyku tutmuyordu. Aklına altı aydır haber alınamayan Samet Can’ın abisi Ferhat’ın anlattıkları geldi. Ya anam, babam, eşim ve çocuklarıma onun anlattığı gibi işkenceler yaparlarsa diye zihninden geçti. Estağfirullah diyerek irkildi. Onu düşünmek bile ürpermesine yetti. Ferhat, su içinde yatağa bağlayarak gece uyutmama, uzuvlara elektrik verme, gece boyunca işkence sesi dinletme, tecavüz etme, sandalyeye zincirleyip uyutmama, cinsel organa at kuyruğu kılı sokma, saatlerce duvara baktırma, güneş altında ve gece ayakta bekletme, yüksek voltajlı elektrik ışığında bekletme, Çince şarkılar ezberletip söyletme, baş aşağı asma, tuvalet ihtiyacını koğuştaki bir kovaya yaptırma…. Gibi daha birçok şey anlatmıştı. Tursun Mehmet, Çinlilerin toplama kamplarında tutuklu Uygur Türkü ve diğer Müslümanlardan narkoz kullanmadan aldıkları organları “helal” ürün diye başta Suudi Arabistan gibi zengin Müslüman ülkelere sattıklarını hatırlayınca göz yaşlarına hâkim olamadı. 

Karşı yamaçtan gelen tilki ve çakal sesleri bu kâbus gibi düşünceden çıkmasına neden oldu. Dikkati seslere doğru yoğunlaştı. Bir ara puflama hırlama karışımı bir ses duydu, çok yakından geliyordu. Sessizce dizlerinin üzerine kalktı evin ön tarafından sesin geldiği yöne dikkatlice baktı. Bulut arkasında kalan Ay’ın hafif ışığında belli belirsiz iki porsuk evin önündeki hayvan zibilini eşeleyerek içinde yiyecek bir şeyler arıyordu. Yanından ayırmadığı sopasını kaldırdı tahtaya hızlı bir şekilde vurdu, vurmasıyla birlikte tabanca sesi gibi bir sesin yankısı karşılardan geldi. Sesle birlikte porsuklar havaya yarım metre zıplayarak gözden kayboluverdiler.

Sabah dağların engin yerlerini sis bastırmıştı sadece çıplak tepeleri gözüküyordu. Topladığı Ayı burnu ile bir parça nanı birlikte yedi. Yayla yerine gelen patika yola düştü, dere ve tepeleri aşarak vadi boyu ilerleyen bir köy yoluna vardı. Atına odun yüklemiş bir köylüyü yoldan geçerken gördü. Tursun Mehmet görünmemek için bir ağacın arkasına gizlendi. Köylü geçtikten sonra köy yoluna girmeden ormandaki çılgadan yürümeye devam etti. Tursun Mehmet Tacikistan’da Türkmen, Özbek, Kırgız ve Uygur Türlerinin köyleri olduğunu bildiğinden tahmini olarak o bölgelere doğru yürüyordu.   

Yürürken kulağına fazla uzak olmayan bir yerden bir ses geldi. Yardım ediin, yardım ediiin, Cıldıız, Cıldııız neredesiiin? dediği çok net anlaşılıyordu. Tursun Mehmet tedirginlikle sevinci birlikte yaşadı. Tedirgin oluyordu, ya bu bir tuzaksa çünkü uçan kuştan nem kapıyordu.  Seviniyordu çünkü dilini anladığı derdini anlatabileceği bir insana rastlamıştı. Hemen sesin geldiği tarafa doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı, fakat çok hızlı yürüyemiyordu çünkü sol ayakkabısının altı kopmuş onu sarmaşıkla bileğine bağlamış öyle idare ediyordu. Yaklaştı sesin geldiği yeri sessizce gözlemledi, bir kişi baş aşağı bir ağaçla taş arasına sıkışmış elleri boşta gövdesi askıda kalmış, belini doğrultup da bir yerden tutamıyor, çaresiz durumdaydı. Arkasında başka adamlar olabilir düşüncesiyle etrafı iyice dinledi, ses seda yoktu. Tursun Mehmet elindeki çanta ve sopayı yere atıverdi, adamın yanına indi. Tursun Mehmet, 

-Nime boldu saña? dedi. Adam,

-Kellem döndü, dengemi kaybettim ve düştüm dogan, özüme yardım et, dedi. Tursun Mehmet, aşağı tarafa geçti, bayır olduğundan tutunmakta zorlanıyordu. Omuzunu vererek adamı biraz yukarı kaldırdı ve ellerini ağacın dalına ulaşmasını sağladı. Tekrar yukarı tarafa geçti, ellerinden tuttu, fakat adam ayağını oynatamıyordu. Sıkıştığı yerden kurtarmaya çalıştı, adam aaahh diye feryadı bastı. Belli ki çok acısı vardı.  Sonunda Tursun Mehmet adamı saplandığı yerden kurtardı, fakat adam ayağı üzerine hiç basamıyordu. Sağ ayağı diz altından sallanıyordu. Beti benzi solmuş, aç susuz perişan olmuştu adam. Tursun Mehmet çantasındaki nandan son parçayı yaralı adama verdi, adam alkış üstüne alkış ediyordu.

-Tanrı yalkasın, duragın uçmağ olsun, özün olmasa men şu yerde ölecektim. Çok sağ ol. Biraz dinlendikten sonra Tursun Mehmet yürürken destek alması için sopasını adama verdi. Koltuğuna girdi, daracık patika yollardan zor bela adamı evine kadar götürdü. Ancak eve girene kadar akla karayı seçtiler. Tursun Mehmet’i yabancı biri olarak görünce, sahibine rağmen eve yaklaştırmıyordu. Alabaş bir türlü sakinleşmiyordu. Sahibi epey dil döktükten sonra eve girebildiler. Ev, sıradan küçük bir köy eviydi, fakat evde hiç kimse yoktu. Ne de etrafta başka bir ev vardı. Evin etrafında koyun ve keçiler meleşiyordu. 

Tursun Mehmet yumurta ve sabun var mı diye sordu. Yaralı adam yumurta çanağını gösterdi, sabun da hamamda var dedi. Tursun Mehmet kırılan bir kol veya bacağın nasıl sarıldığını küçükken köyde komşuları sınıkçı Erkin Goca’dan görmüştü. Sınıkçı Erkin Goca bacak kırığını sarmak için ince tahtalar kullandığını biliyordu, fakat Tursun Mehmet’in tahta arayıp bulacak zamanı yoktu. Yirmi beş santim kadar uzunlukta, parmak kalınlığında beş altı tane çubuk ayarladı. Bacağını saracak kadar da bir bez parçası buldu. Bir tabağa sabunu bıçakla kıydı, sonra dört beş tane yumurtayı kırarak sadece akını tabağa akıttı çubuğun biriyle onu iyice karıştırarak macun haline getirdi. Sonra bezin üzerine yaydı. Adam’a dişini sık canın acıyacak, fakat kırılan yeri yerine getirmem gerek diye uyardı. Tursun Mehmet el yordamıyla ayak bileğinin biraz yukarısından kırılan bacağını çekerek yerine getirdi. Çekerken kemik çıtırtılarını duyuyordu. Bu esnada adamının sesi ta karşı derelerde yankılanıyordu. Sonra bezi oranın üzerine sıkıca sardı. Onun üzerine de ayarladığı çubukları aralıklarla yerleştirerek bir iple üzerinden sararak sıkıca bağladı. Böylece o bölge tamamen sabitlenmiş oldu. Hayvanların ayağı kırıldığında bu uygulamayı yumurta yerine katran kullanarak yaralı adam da yapıyordu. Tursun Mehmet,

-Karın, çocukların yok mu? diye sordu. Karısı öldükten sonra köyün epey uzağında güzle olarak kullanılan (kışlak ile yaylak arasında konaklanan yer) yerde kendine ait ağılların yanına bir ev yaparak köyün dışına taşındığını, köylüler baharda güzleyi bir mola yeri olarak kullanırken kendinin kışlak olarak kullandığını ve baharla yaylalara çıktığını, Adının Kurmanbek, Cıldız adında bir de oğlunun olduğunu… Hikayesini uzun uzun anlattı. Tursun Mehmet’e minnet duyarak 

-Seni Tanrı saldı, sen gelmesen men ölürdüm, nerden gelir nereye gidersin? diye sordu. Tursun Mehmet de başından geçenleri güven veren bu adama anlattı. Kurmanbek bir Kırgız köylüsüydü. Köylüler Tacikistan’ın doğu sınır bölgesinde yaşarlarken sınırda devriye gezen Çin askerleri tarafından sürekli taciz edildiklerinden, huzurlu bir hayat yaşayamamışlar ve iç bölgelere göçmek zorunda kalmışlardı. Konuşmada fazla sıkıntı yoktu, anlaşabiliyorlardı. Akşam bir at üstünde Cıldız da geldi. At evin karşısındaki belene geldiğinde her zaman kişnerdi. Alabaş da ona havlayarak karşılık verirdi. Kurmanbek “oğlum geliyor” dedi. Atın kişnemesini duymuştu. Cıldız 6-7 yaşlarında esmer bir çocuktu. Köydeki akrabalarına gitmişti. Sabah köye gidince ancak akşama geri dönülebiliyordu. Cıldız babasının yaralı halini görünce şaşırdı, evdeki yabancı adamdan şüphelenecek oldu. Bacağı sarıldıktan sonra rahatlayan Kurmanbek,

-Cıldız oğlum bu Tursun Mehmet dostum olmasaydı, ben bugün ölmüştüm. Beni bu dost kurtardı. Menim Tursun Mehmet’e bir can borcum var, dedi. Cıldız,

-Noldu ki, dedi. Kurmanbek olanları oğluna tek tek anlattı. Cıldız da Tursun Mehmet’in iyi bir adam olduğuna kanat getirdi. 

Cıldız köyden gelirken üzüm, kavun ve elma getirmişti. Sebze meyve köye giderlerse yiyebiliyorlardı. Yaşadıkları yer yüksek olduğundan sebze ve meyve pek verimli olmuyor onun için uğraşmak istemiyorlardı. “Ye dostum, şundan da ye” diyerek gelen meyvelerin hepsini Tursun Mehmet’in önüne yığıyordu Kurmanbek. Yaşadıkları yerde sadece süt, yoğurt peynir, turşu ve et yiyorlardı. Daha bir gün önce Kurbanbek ekşi mayalı hamurdan çörekler yapmıştı. Cıldız bir tabak yoğurt bir de çörek getirip koydu sofraya. Komşuluk yapacak bir aile olmayışının yalnızlığını zaman zaman hissediyorlardı. Bir şey lazım olduğunda kapısını çalacak bir komşu aradıkları oluyordu. 

Cıldız’a sabah hemen koyunun birini tutup Tursun Mehmet’e getirmesini tembihledi. “Keselim güzel bir et yiyelim,” dedi. Bu arada Cıldız kötü bir haber getirmişti. Dediğine göre ne kadar kaçak yollardan Tacikistan’a gelen varsa polisler yakalayıp sınır dışı ediyormuş. Cıldız köyde bunların konuşulduğunu söyledi. Bu Tursun Mehmet’in canını sıktı. Kurmanbek  

-Ortalık sakinleşene kadar seni bir yere bırakmam. Sen Ulu Tanrı’nın bana gönderdiği misafirimsin, dedi. Havaların soğuması, karların yolları kapatması nedeniyle Tursun Mehmet Kurmanbek’ın evinde kaldı. İyileşene kadar Kurmanbek’e Tursun Mehmet yardımcı oldu. Onun kıyafetlerinden ve ayakkabılarından giydi. Beraber yediler içtiler. Zaman oldu Cıldız’la sürülerin ardından gitti, zaman oldu süt sağmaya yardım etti. Alabaş bile sahiplenmişti Tursun Mehmet’i. Kurmanbek onu bir kardeşten öte kabullendi. Ta ki nevruz gelip dağlar canlanana kadar. Çiğdemler başını topraktan çıkarmaya başlamıştı. Dağların karı eriyerek derelere karışıyordu. Nevruzla birlikte Kurmanbek’e artık gitme vaktinin geldiğini söyledi. Tacikistan’dan Afganistan’a nasıl geçebileceğini sordu. Kurmanbek, Tursun Mehmet’i yalnız bırakmadı. O kadar benimsemişti ki gitmesini gerçekten istemiyordu. Fakat Tursun Mehmet’in aklından hiç çıkmayan Azatgül’ü, Goncagül’ü, Mehmet Can’ı ana ve babası vardı. Kendi emin bir yere yerleştikten sonra bir yolunu bulup onları da yanına alacaktı. Tursun Mehmet’in kararlı olduğunu görünce Kurmanbek Rushan’a kadar kendi arabasıyla götürdü. Afganistan’a nasıl geçebileceğini tarif etti, bir miktar da cebine para koydu ve yolcu etti. 

Tursun Mehmet, Afganistan sınırındaydı. Yine sarp dağlar, yine yol aramalar başladı. Afganistan’ın doğu bölgesi, Pamir coğrafyasından geçerken çok zorlandı. Yol bilmeyen menzile nasıl varır? Her taraf birbirine benziyor. Bazen aynı civarda dolanıp durduğu oluyor. Derken kendini on kadar silahlı bir grubun ortasında buldu. Özbek, Türkmen ve Kırgız Türklerinin de yaşadığı Afganistan’da bir sıkıntıyla karşılaşmadan geçerim diye düşünüyordu. Fakat yola çıktıktan sonra hiçbir şey düşündüğü gibi olmuyordu. Yine de bu silahlı grupta tutsak kaldığı süre dışında pek sıkıntı çekmedi. Ancak tutsak kaldığı o altı aylık süre içinde öldü öldü tekrar dirildi. 

Tursun Mehmet’e önce bir Afgan kıyafeti giydirdiler, eline bir de silah verdiler ve bir eğitim kampına götürdüler. Adını bölgesini bilmediği dağ arasında bulunan bir kampta altı ay kadar eğitim verdiler. Hiçbirinin dilini, dinini ve milliyetini bilmiyordu. Eğitim sürecinde zaman zaman çeşitli ülkelerden röportaj için gelen gazeteciler oluyordu. Onları başka bir şehirden gözleri bağlı olarak guruba komuta eden kişi getiriyor, yine gözleri bağlı olarak götürüyordu. Gelen gazeteciler fotoğraf çekiyor, eğitim gören kişilerin hangi ülkeden geldikleri ve ne tür eğitim aldıkları gibi konularda soru soruyorlardı. Guruba komuta eden kişi İngilizce ve Arapça yanında bölgenin tüm dillerini biliyordu. Tursun Mehmet’i, “bize yeni katılan Doğu Türkistanlı Uygur mücahit kardeşimiz” diye tanıttı. Tursun Mehmet “Ey Allah’ım! Ben Çin zulmünden kurtulmak için ne hayallerle yollara düştüm şimdi şu başıma gelenler reva mıdır” diye iç geçiriyor ve içinden ağlamak geliyordu. Fakat hıçkırıklar boğazına düğümlenip kalıyordu.  

Tursun Mehmet’in içinde bulunduğu silahlı gurup eğitimini tamamladığı için artık çatışmalara götürülüyordu. Birgün kimin kime karşı neden savaştığını bilmediği halde Tursun Mehmet de baskına götürüldü. Bir vadiye kadar pikapla ondan sonra dağ yollarından geçerek iki dağ arasından geçen bir dar geçide pusuya yattılar. İkindi vaktiydi. Beklerken geçide doğru katırlarla 20-25 civarında adam yaklaşmaya başladı. Yolculuk ya ikindi sonrası ya da sabah serinliğinde yapılıyordu. Gelenler sayıca Tursun Mehmet’in içinde bulunduğu guruptan daha fazlaydı ve onlar da silahlıydı. Tursun Mehmet yattığı siperden hiç çıkmadı. Guruba komuta eden kişinin işaretiyle ateş etmeye başladılar. Yolcular anında karşılık verdiler. Bir ara biraz uzağındaki birkaç kişinin silahı bir tarafta kendileri bir tarafta yattığını gördü. Şiddetli bir çatışma yaşandı. Silah sesleri vadide yankılanarak geri geliyordu. Silah seslerinin kesilmesiyle gurupta sağ kalanlar farklı taraflara doğru kaçışmaya başladı. Tursun Mehmet de silahı atarak dağlara doğru arkasına bakmadan kaçıyordu. Çatışmanın olduğu yerden epeyce uzaklaştı. Peşinden gelen olup olmadığını kontrol etti. Kimse gelmediğine emin olunca biraz yavaşladı. Artık akşam oluyordu, silahı attığına pişman oldu, çünkü karşısına bir yırtıcı çıksa kendini savunacak hiçbir şeyi yoktu. Karanlık çökünce yol alma imkânı kalmadı ve kendine korunaklı bir yer bakmaya başladı. Yine bir kayaya sığındı. Yanına el büyüklüğünde beş on tane taş koydu, sırtını kayaya yaslayarak beklemeye başladı. Açlıktan karnı gurulduyor, gözlerine uyku girmiyordu. Daha önce aklına hiç gelmeyen ölüm geliyordu. Afganistan’da yer adlarını biliyor, fakat bölgeyi tanımadığı için ne tarafa gideceğinden emin değildi. Oracıkta adeta tünedi. Sabah ışıklarıyla kalktı etrafı seyretmeye başladı. Hangi yöne gidecekti? Yüksekten bir kartal uçuyordu, bir müddet onu seyretti. Bulunduğu yere epeyce uzakta yoldan toz kaldırarak bir kafilenin geldiğini gördü. Onlar gelene kadar önlerine inebileceğini düşündü ve hızla aşağı doğru koşmaya başladı. Kafile gelmeden yola indi. Kafilenin ileri geleni, 

-Kimsin necisin, nereye gidiyorsun? diye sordu. Tursun Mehmet daha cevap vermeden arkadan bir kişi,  

-Mahdum Ağa kimmiş o? diye seslendi. Mahtum Ağa,

-Garip bir yolcu, diye cevap verdi. Tursun Mehmet, 

-Cevizcan (Şibirgan)’a gidiyordum, yolumu şaşırdım, adım Tursun Mehmet. Cevizcan ne taraftadır, diye sordu. Afgan kıyafetli, gariban görünümlü ve silahsız biri olduğundan çok sorgulamadılar. Mahtum Ağa denilen kişi bu kafile Cevizcan’a gidiyor, gel katıl bize, dedi. Tursun Mehmet,

-Sağol, çok sağol dedi. Tursun Mehmet uykusuzluğu, açlık ve susuzluğu unutmuştu. Mola yerlerinde Tursun Mehmet’i da yemeğe davet ediyorlar. Gece konaklamalarında ona da bir battaniye veriyorlardı. Bu şekilde kaç gün yol aldıklarını hatırlamıyordu. Yol boyunca Mahtum Ağa, hep Cüneyt Han’dan bahsetti:

-Cüneyt Han, haksızlıklara boyun eğmeyen, yanlış uygulamaları çekinmeden söyleyen ve adalet uğruna kardeşine bile en ağır cezayı verebilen gözü pek bir adamdı. Ona çöl kralı derlerdi. Ruslar Türkistan’ı işgal etmeye başladığında Cüneyt Han, karşı çıktı ve fırsat bulduğu her an onlarla savaştı. Fakat asker ve silahı yetersiz olduğu için başarılı olamadı. Ancak hiçbir zaman pes etmedi, teslim de olmadı. O, yaptığı son saldırıyı da kaybedince Türkmenistan sınırları dışına çıkarak yine mücadelesine devam etti. İran üzerinden Afganistan’a geçti ve 1938 yılında Afganistan’da vefat etti. Vefat edene kadar mücadelesini hiç bırakmadı. Bizim dedelerimiz dahil buralardaki Türkmenlerin çoğu o zaman Cüneyt Hanla gelip yerleşmişler, dedi. Arada çok ayrıntılı bilgiler de veriyordu, Mahtum Ağa. 

Tursun Mehmet, Doğu Türkistan’da Çin zulmeder, Batı Türkistan’da Rus zulmeder, bu Türklerin kaderi midir? diye düşünmeden edemiyordu. Mahdum Ağa gün görmüş ve kafilede herkesin saygı duyduğu bir adamdı. Tursun Mehmet’i yanına çağırdı. Atından indi uzun süre sohbet ettiler. Mahdum Ağa: Nerden geldiğini nereye gittiğini, kimlerden olduğunu ayrıntılı biçimde sordu Tursun Mehmet’e. O da o güne kadar başından geçenleri tek tek anlattı. Önce Doğu Türkistan’da olanları ve neden ayrılmak zorunda kaldığını iç çekerek, kendisinin bir Uygur Türk’ü olduğunu ve Çin zulmünden kaçtığını söyledi. Sonra sözlerine şöyle devam etti. 

-Uygurlar daha önce üç çocuk sahibi olabiliyordu, artık ikiden fazla çocuk yapmaları yasaklandı. Zoraki kürtaj yaptırıyorlar. Hem de dumansız (narkozsuz) bir şekilde. Kırsal kesime gidip doğum yapanlar takip ediliyor. Kürtaj yaptırmayıp doğum yapanların “yasa dışı” bebekleri öldürülüyor. Kız erkek fark etmeksizin on altı yaşından itibaren kısırlık aşısı yapıyorlar. Toplama kamplarında verdikleri ilaçlı yemek nedeniyle erkekler cinsellik yeteneğini kaybediyor, kadınlar da adet göremiyor. Tutuklulardan çok azına ancak altı ayda iki saat eşiyle görüşmesine izin veriliyor, fakat görüşmeden önce doğum kontrol hapları içiriliyor. Genç kadınlar genellikle geceleri hücresinden alınıp, toplu tecavüzlere maruz kalıyor. Bunu gizli tutması için tehdit ediliyor. Evlenen gençler çocuk sahibi olamıyor gelinler hep düşük yapıyor. Gençlerimiz eğitim bahanesiyle Çin’e götürülüyor ve orada Çinlilerle zorla evlendiriliyor. Namaz ve oruç gibi ibadetleri yasaklıyorlar. Ramazan’da polis eşliğinde içki içmeye zorluyorlar. Zorla bar ve eğlence merkezlerine götürüp içki ve uyuşturucuya alıştırıyorlar…. 

Suçlanan kişiler yakalanırsa ailesi topluca cezalandırılıyor, yakalanıp ailesinin de cezalandırılmaması için yurt dışına kaçıyorlar. Daha önemlisi, Doğu Türkistan’dan kaçanlar ölmemek için kaçmıyorlar.  Eğer bir Uygur idam edilirse onun bütün sülalesi terörist ilan ediliyor ve ömür boyu o suçu taşıyor. Her türlü işkenceye maruz kalıyor malına mülküne de el konuyor, yaşama şansı kalmıyor. Yani aile ve sülalemizi kurtarmak için Doğu Türkistan’ı terk etmek zorunda kalıyoruz, dedi. Mahdum Ağa,

-Evladım bu, bir toplumu yok etmektir, soy kırımdır, dedi. Tursun Mehmet, yollarda başına gelen olayları da anlattı. Mahtum Ağa’nın üzüntüsü yüzünden belli oluyordu. Çok üzülmüştü. Kendisinin de Türkmenlerin Mahdum tiresinden olduğunu Afganistan’a Cüneyt Hanla geldiklerini anlattı. 

Tursun Mehmet’le Mahtum Ağa’nın ortak noktaları vardı. Biri Ruslardan diğeri de Çinlilerden zulüm ve baskı görmüştü. Aslında bir ortak noktaları daha vardı. O da ikisinin de Türk olmasıydı. Bu sohbetlerden sonra Mahtum Ağa Tursun Mehmet’e daha da yakınlık duyuyordu. 

 Bu arada Tursun Mehmet çok kötü öksürüyordu. O kadar zayıflamıştı ki gözleri içine göçmüş, yüz kemikleri çıkmış, üzerindeki pantolonu beline bir iple bağlamıştı. Genç kızların bakmaktan gözünü alamadığı o yakışıklı adam, tanınmaz hale gelmişti. Afganistan’da kampta geçirdiği süre içinde açlık susuzluk ve kötü şartlar onun sağlığını bozmuştu. Yaklaşık on gündür öksürük, ateş, terleme ve göğüs ağrısı, iştahsızlık, kilo kaybı, halsizlik ve yorgunluk derken Tursun Mehmet perişan olmuştu. Onu hayata bağlayan tek şey, güvenli bir ülkeye yerleşip ailesini de yanına alma umudu idi. Mezar-ı Şerife girmeden yol ikiye ayrılıyordu. Tursun Mehmet’in önce gözleri karardı, tepesinden aşağı bir sıcaklık hissetti. Gerisini hatırlamıyor, bayılmıştı. Mahdum Ağa hemen müdahale etti. Kollarına aldı, o kadar zayıftı ki kav gibi hafiflemişti. Kafiledekilerin bir kısmı yol ayrımından Mezar-ı Şerife ayrıldılar. Mahtum Ağa Cevizcan’a gidecekti, fakat Tursun Mehmet’i o halde kimseye bırakmak istemedi. Cevizcan’a devam etmesi de mümkün değildi. O da Mezar-ı Şerif’e uğrayarak bir iki gün Mezar-ı Şerif’te bir dostunun evinde dinlendiler. Tursun Mehmet kendine biraz geldi, fakat durumu iyi değildi. Ona bir at ayarladı ve Cevizcan’a hareket ettiler. Yol boyu fazla konuşmadılar. Aslında Mahtum Ağa konuşmak sohbet etmek çok istiyordu. Ancak Tursun Mehmet’in hiç dermanı kalmamıştı. Mahtum Ağa’nın Aykız’ı ile Mergen hariç diğer çocukları evlenmiş kendi yuvalarını kurmuşlardı. Eşi ticaretle uğraşıyordu. Mahtum Ağa’nın hali vakti yerinde tacir bir adamdı. Evi geniş, sofrası açık, yardım sever ve çevrede sevilen cömert biriydi. Belh’i geride bırakarak bir akşam vakti Cevizcan’a vardılar. Atın üzerinde iki büklüm bir adam görünce Aykız ve Mergen şaşırdı. Bir anlam veremediler. Mahtum Ağa Aykız’ına,

-Kızım, odalardan birini hemen hazırla. Çok hasta ve yorgun bir hastamız var, bir doktor çağırmamız gerek, dedi. Tursun Mehmet’i odaya aldılar. Yeni giysiler verdiler ve yatağa yatırdılar. Mahtum Ağa’nın karısı Bahargül Hanım işten yeni gelmişti. Mahtum Ağa Hindistan ve Çin taraflarından kumaş getiriyor. Cevizcan’da büyük bir kumaş mağazası vardı. Oradan toptan satışlar yapıyordu. Daha çok mağazanın başında karısı Bahargül bulunuyordu. Akşam Yemeği için çorba, yeşillikler, et haşlaması ve Türkmen pilavı hazırlanmıştı. Tursun Mehmet’e bir kâse çorba ve et suyu verdiler, fakat yarısını bile bitiremedi. Hem iştahsız hem de dermansızdı. Mahtum Ağa eşi ve çocukları akşam yemeğini yerken bu garip adamın hikayesini ayrıntıları ile anlattı. Aile Tursun Mehmet’in durumuna çok üzüldü. Sabah bir doktor çağırdı Mahtum Ağa. Muayeneden sonra Mahtum Ağa’ya doktor,

-Hastanın durumu çok ciddi, yani iyi değil, dedi. Mahtum Ağa,

-Neden, nesi var? Doktor, 

-Tüberküloz. Bu bulaşıcı bir hastalıktır. Yakınına çok yaklaşmayın. Tabak, çatal, kaşık, bardak gibi onun kullandığı eşyaları kullanmayın. Hepsinden önemlisi temiz hava ve çok iyi beslenmesi gerekir. Tursun Mehmet eşi Azatgül’ün hastalığına yakalandığından habersizdi.  

Mahtum Ağa bal tereyağı, yumurta ve tavuk suyu çorbasıyla evinde bir yıl boyunca Tursun Mehmet’e kendi çocuğu gibi baktı. Daha çok genç kızı Aykız ilgileniyordu. Çaresizlik içinde merhamet dilencisine dönen Tursun Mehmet her geçen gün iyileşiyor, eski sağlığına kavuşuyordu. Çok dürüst, edepli ve utangaçtı. Aykız yemek getirdiği zaman bir kez olsun yüzüne art niyetle bakmamıştı. Onu Tursun Mehmet bacısı gibi görüyordu. Tursun Mehmet’in bu kadar ahlaklı, edepli ve asil oluşu Aykız’ın hoşuna gidiyordu. Bu hoşlanma her geçen gün biraz daha arttı. Duygularını sözle söylemek istedi, fakat kendinde o cesareti bulamadı. Bir gün odasına yemek getirdiğinde Tursun Mehmet’in eline küçük bir kâğıt tutuşturdu.    

Kâğıtta şunlar yazıyordu: 

Men bir er sevdim Tursun Mehmet
Gurban olsun sana bu can
Dur yapma, uslu dur dedim,

Gönlüm dinlemedi ferman.

Gönlüm sana doğru aktı

Kor gibi benliğim yanan.

Meni ömür boyu sana

Evdeşin eyle ey canan.

Adın dilime vird oldu

Ne olur aşkıma inan.

Aykız birkaç gün utangaç bir tavırla hiçbir kelime konuşmadan yemeğini getiriyor, önüne koyup gidiyordu. Tursun Mehmet de bir şey söylemiyordu. Tursun Mehmet’in duygusal anlamda aklına hiçbir şey gelmemişti. Aklında hep ailesi vardı. Bir gün yastığının altında kâğıt kalem konduğunu fark etti. Anladı ki cevap yazmasını istiyordu Aykız. Aykız’ın verdiği kâğıdın arkasına Tursun Mehmet de şöyle yazdı: 

Men garip yolcuyum Aykız

Gönlüm uslu, değil arsız.

Ne olur çekil yolumdan

Bırakma beni kararsız.

Yolcu yolunda gerekir

Bana kal demen yararsız.

Sen de biliyorsun bacım

Derde tutuldum amansız.

Destur ver de gideyim men,

Şöyle zararsız ziyansız.

Yazdıklarını yemek getirdiğinde Aykız’a verdi. Alırken Aykız’ın yüzünde tebessüm vardı. Ancak yüzündeki tebessüm fazla sürmedi. Kâğıdı okuduktan sonra gözlerinden inci gibi iki damla yaşın yanaklarından süzüldüğünü gören Tursun Mehmet, ona bir kötülük yapmış gibi kendini fena hissetti. Evini ve sofrasını açan Mahtum Ağa’nın o kadar iyiliğine karşı Aykız’ın duygularına karşılık vermekten hicap duyuyordu. Onu bir kardeş gibi görmüştü. Artık Tursun Mehmet, evden çıkıyor, evin geniş bahçesinde dolaşıyor, çiçeklere bakarken Aykız da evin penceresinden Tursun Mehmet’e bakıyordu. Tursun Mehmet’in aklında Goncagül ve Mehmet Can vardı. Aykız’ın aklında ise Tursun Mehmet. 

O sabah etrafta bir hareketlilik vardı. Tursun Mehmet evin önündeki kaysı ağacının altında düşünceye dalmıştı. Dünyada hala iyi insanlar varmış, “Ya Rabbi! Gittiğim yerlerde böyle iyi insanlarla karşılaştır” diye içinden dua ediyordu.  Doğu Türkistan’ı biliyordu, Batı Türkistan’ı da Mahtum Ağa’nın yolda anlattığı tarihi hikayelerden öğrendi. Her yerde Türk’e zulüm vardı. Tek umudu Anadolu’ydu. Hareketliliğin nedenini çok geçmeden anladı. Mahtum Ağa kendisi, karısı ve çocukları için üç tane kurban kestirmişti. O gün Kurban Bayramı’nın ilk günüydü. Kurbanın birini gelen ziyaretçilere kavurma ve şaşlık yaptırarak ikram ediyor, diğer iki kurbanın etini de pay ederek kenar mahallelerdeki fakir insanlara dağıttırdı. Evinin önündeki geniş alana büyük salıncaklar kurulmuş çocuklar, gençler hatta yaşlı olanlardan bile binip sallananlar vardı. Bu salıncakta sallananlar günahlarının döküldüğüne inanıyorlardı. 

Tursun Mehmet Mahtum Ağa’nın yanına geldi, elini öptü, bayramını kutladı. Sonra yola çıkmak için müsaade ve helallik istedi. Mahtum Ağa “bayram geçsin öyle gidersin” dediyse de Tursun Mehmet yola çıkmakta kararlıydı. Bayramın ikinci günü Cevizcan’dan Merv’e giden bir araca bindirerek yolcu etti. Tursun Mehmet Selçuklu Devletine başkentlik yapan Merv’de bir gün kaldı.  Alparslan ve Sultan Sencer’in mezarlarından habersiz ertesi günü Serahs’a doğru yola çıktı. Serahs’a vardığında el-Mebsut’un yazarı Serahsi’yi hatırladı. Fazla kalmadı, oradan da Meşhed’e geçti. Yani eski ismiyle Horasan’a. Bayram olduğu için Türkmenistan’dan İran sınırları içinde kalan akrabalarını ziyarete giden Türkmenler vardı. Onun için İran’a geçerken bir sıkıntı yaşamadı. Meşhed’den Sebzevar’a, oradan birkaç günde Kazvin’e, oradan Zencan’a, oradan da Tebriz’e geçti. Tebriz’de kendini çok güvende hissetti ve birkaç gün dinlendi. Hiç sıkıntı çekmedi, nerdeyse herkes Türkçe konuşuyordu. Geceleri ışıl ışıldı Tebriz’in. 

Bir sabah kaldığı pansiyondan çıktı, Tebriz’in Tarbiyat Caddesi’nde yürüyordu. Dükkanlardaki kilim, savan, keçe, şal ve kumaşlar görenleri tekrar dönüp baktırıyordu. Tebriz’in ipek halıları ise göz kamaştırıyordu. Şairler mezarlığı önünden geçerken gözlerine inanamadı. O’nun olması mümkün değildi. Hayal görüyorum her halde diye düşündü. Yüzünü tokatladı, başını sağa sola salladı, fakat aklı da yerinde gözleri de gayet iyi görüyordu. Ama o buralara nasıl gelebilirdi? Tek başına mı, biriyle mi geldi, diye zihninden sorular geçiyordu. Sonra babasının tacir olduğu aklına geldi ve onunla gelmiştir, diye düşündü. Fakat zihnindeki soruları yerli yerine oturtamıyordu. Kızın arada bir kaçamak bakışları bir ok gibi kalbine saplandı. Gülümseyince dişleriyle gamzelerinin ahengi Tursun Mehmet’in aklını darmadağın etti. Bu gördüğü Aykız’dan başkası değildi. Aykız’ın ta kendisiydi. Arkasından koşarak seslendi, Aykız, Aykıız. Fakat kız oralı bile olmadı ve kız çekti gitti. Tursun Mehmet olduğu yerde dikildi kaldı. Bu arada sokak arasından gelen Isfahan makamındaki şarkının ezgisi Tursun Mehmet’i kendine doğru çekti. Sesin geldiği yöne doğru yöneldi. Aslında ezgiden çok sözler onu cezbediyordu. Saç sakal birbirine karışmış, orta yaşlarda, derviş görünümlü biri ud çalarak yanık bir sesle şarkı söylüyordu. Şöyle diyordu:

Tebriz’de bir güzel gördüm

Vallahi Tebriz’den güzel.

Yüzündeki gamzeleri

Nakşolmuş ervah-ı ezel.

Söz kalem kifayetsizdir

Anlatmaya şol dilberi

Gözler kamaşır şavkından

Beşer değil sanki peri.

Yolcu! Sen var git yoluna 

Her şûha gönlünü verme

Ararsan hakikat ara

Her bahça gülünü derme.  

Tursun Mehmet şarkıyı sonuna kadar dinledi. Rüyada gibiydi. Bir süre kendine gelemedi. Hala çekip giden kızın Aykız olduğunu düşünüyordu. Diğer taraftan şarkıdaki sözler sanki kendisi için söylenmişti. Aykız’a olan alakasının bilinç altına bastırıldığının farkında değildi. Sonra kendini toparladı, fakat aklında hep o vardı. O gün şehirden ayrılacaktı, fakat onu gördükten sonra şehri terk edemedi. Akşama kadar, gece yarılarına kadar şehrin altını üstüne getirdi. Ancak bir daha izine rastlayamadı. Sonra dinlediği şarkıdaki sözler aklına geldi. “Yolcu! Sen var git yoluna. Her şûha gönlünü verme, Ararsan hakikat ara, Her bahça gülünü derme” sanki bu bana bir uyarıdır diye düşündü. Ertesi gün Urumiye’ye, oradan da Yüksekova’ya geldi. Türkiye topraklarına ayağını bastığı an sanki yıllar önce bu topraklardan göç etmiş de vatanına tekrar geri dönmüş gibi sevindi. Babasının ve yaşlı Uygurların anlattığı “Anadolu’daki Türkler bizimle aynı kandan, candan, buralardan göçüp gittiler. Aramızdaki mesafe yakın olsa durumumuz çok farklı olurdu” şeklindeki övgüleri aklına geldi. Osmanlı Döneminde askeriyle, öğretmeniyle hep yanımızda oldular, dediklerini hatırladı. Büyüklerin aşıladığı özlemi bir nebze gideriyordu. Yüksekova’dan da bir otobüse binerek Van, Bitlis, Diyarbakır, Adana ve Ankara üzerinden İstanbul’a ulaştı.

Tursun Mehmet artık özgürlüğüne kavuşmuştu, fakat Kaşgar’dan ayrıldığından beri ailesinden hiçbir haber alamıyordu. Yıllardır hep Azatgül’ün, Goncagül’ün Mehmet Can’ın, ana ve babasının hayaliyle yaşıyordu. Onların hayaliyle hayata tutunuyordu. Onları da bir gün yanına alacaktı. Tursun Mehmet, bir lokantada iş bulmuş, günlük iaşesini karşılayacak kadar da kazanıyordu.  

Birgün Beyazıt’ta dolaşırken Sahaflarda Çin Rüyası adlı bir kitap gördü. İçindekiler kısmına baktı. Doğu Türkistan’ı anlatıyordu. Ancak hasret kaldığı Doğu Türkistan’ın güzelliklerinden bahsetmiyor, aksine orada yaşanan haksızlık ve zulmü anlatıyordu. Kitabı satın aldı. Hemen okumaya başladı. Doğu Türkistan’da Uygur Türkçesiyle yazılan kitapların toplatılması, Uygur Türkçe’sinin eğitimden kaldırılarak Çince yapılması, ana babası toplama kampına götürülen çocukların “melek yuvası” adındaki çocuk yuvalarında Çin kültürünü benimsetme, Uygurların Türk soyundan gelmediği görüşünü yaymaya çalışma, ezanın içeriğini Çin Komünist Partisi’ne methiye olarak değiştirme isteği ve “İslam’ı Çinlileştireme projesi” gibi konuları okuyunca, Doğu Türkistan’da şahit olduğu  olaylar gözünde tekrar canlandı. Yıllar sonra hemşire Şiao Hu ile yapılan mülakatta okuduğu şu itirafı da hatırladı Tursun Mehmet. Şiao Hu röportajda şunları anlatmıştı: “Yeni doğan bebeğin sesinden çok korkuyorum. Çünkü hemşire olarak görevlerimizden biri yeni doğan bebekleri boğmak idi. Su dolu küçük bir demir kovamız vardı ve “yasa dışı” doğmuş olan minicik çocuğu kovaya koyar ve boğulmalarını beklerdik. Onlardan hiç unutamadığım biri şöyle oldu. Güçlü bir bebek vardı kovaya koydum üç gün boyunca kovada direndi. Ancak üç gün sonra öldü. Hala sesleri kulağımda. 

Tursun Mehmet özgürlüğe kavuşmuştu, fakat aklı fikri hep Doğu Türkistan’daydı. İnsanın doğup büyüdüğü yerlerden uzak kalması hele ailesinden akrabasından yıllarca haber alamaması üzüntü olarak yetiyordu. Yıllar sonra bir gün Kaşgar’dan aynı mahalleden tanıdığı Ali ile tesadüfen İstanbul’da karşılaştı. Tursun Mehmet, onu görünce ailemden bir haber alırım diye sevinerek,

-Ne zaman geldin, Kaşgar’da durumlar nasıl, bizimkilerden haberin var mı? Ali,

-Sen Afganistan’da değil miydin? Tursun Mehmet,

-Hayır Afganistan üzerinden geldim. Ali,

-Ben Kaşgar’dan çıkalı nerdeyse bir yıl, sekiz ay oldu. İstanbul’a geleli de birkaç ay oldu. Tursun Mehmet sabırsızlanarak sordu, 

-Azatgül, Goncagül, Mehmet Can, anam babam nasıl, iyiler miydi? Ali, biraz durgunlaştı, yutkundu, etrafına bakındı, ellerini ovuşturdu, nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Tekrar Ali,

-Sen Afganistan’da mücahitlerle beraber değil miydin? Tursun Mehmet,

-Hayır, onlar beni altı ay kadar esir aldılar sonra kaçtım, dedi. Ali,

-Afganistan’da Afganlı mücahitlerle gazetelerde senin resmini görmüşler. Önceki suçlamalarla bunu birleştirerek senin aşırı dincilerle iş birliği yaptığına ve terörist olduğuna hükmetmişler. Anne babanı senin yerini haber vermemekle ve seni saklamakla suçladılar. Onları alıp toplama kampına götürdüler. Azatgül hastalığına yenik düştü. Başın sağ olsun. Goncagül ve Mehmet Canı’ı yetim haneye götürdüler, dedi. Karşılaşmaz olaydı. Ali’nin verdiği haberle dünya başına yıkıldı, Tursun Mehmet’in.

Anlatılanları dinlerken Tursun Mehmet yerinde duramıyordu, ayağa zor kalktı ve bir sarhoş gibi sağa sola yalpalayarak, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bir müddet sonra kahkahalar atmaya başladı. Sesi kısıldı cılız bir sesle dilinden son olarak “Neredesen kavim kardaş?” cümlesi döküldü.

Gören, duyan, bilen var mı? Sahi ne oldu Tursun Mehmet’e? 

 

Kaynak: https://haberajandanet.com/ne-oldu-tursun-mehmete/qnIrIcpp4LJeA0YmDoF1

 

Yorum yaz